VI. Mülkiye Uluslararası İlişkiler Kongresi, Ankara, Türkiye, 13 - 14 Ekim 2022, ss.33-35
Bu çalışma, Soğuk Savaş döneminde Türkiye
İslamcılığının NATO’ya yaklaşımını incelemektedir. Çalışma, Soğuk Savaş
döneminde çıkarılan İslamcı dergilerin içerik analizine dayanmaktadır. Bu
kapsamda, İslamcı metinlerde NATO’nun temsil biçimlerine odaklanmaktadır.
Popüler anlatılarda ve akademik metinlerde Türkiye İslamcılığının NATO’ya
yönelik pozisyonunu tanım ya da ima yoluyla ifade eden argümanları kısaca şöyle
özetlemek mümkündür: İddialar spektrumunun bir ucunda, Türkiye İslamcılığı Batı
karşıtlığı üzerinden tanımlanarak İslamcılığın NATO’ya dair söylemi bu
süreklilik içerisine yerleştirilir. Bir diğer uçta, Türkiye İslamcılığı bir
“NATO projesi” olarak tasvir edilir. Bu iddianın biraz daha seyreltilmiş
versiyonlarında ise Türkiye İslamcılığı “NATO’nun kadim ve sadık bir dostu”
olarak sunulur. Çoğunlukla bu iddialara karşı savunma olarak geliştirilen
anlatılarda, bir yandan, Türkiye İslamcılığının NATO’ya yönelik müttefik tutumu
İslamcılığın temel teorik “kestirme”lerinden biri olan “zaruret prensibi”yle açıklanır.
Diğer yandan, İslamcılığın biyografisinin anti-emperyalizmle şekillendiği iddia
edilir ve bu anti-emperyalist söylemde NATO’yla İslamcılığın müttefikliği
gözlerden kaçırılır. Bu iddialar, Türkiye İslamcılığının NATO’ya yönelik
tutumuna dair karikatürize edilmiş resimler sunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye
İslamcılığı içerisindeki tarihsel çeşitliliği ve dönüşümleri görmemizi
engellemektedir. Ayrıca, bu tasvirler üzerinden değerlendirildiğinde İslamcı
metinlerde NATO’nun temsil biçimlerine dair oluşturulan yoğun içerik gözden
kaybolmaktadır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye İslamcılığının NATO’ya dair
söylemi, şu hatları takip etmiştir: 1950’lerde ve 1960’larda din, medeniyet ve
devlet olmak üzere üç ana başlık altında NATO’yu yücelten Türkiye İslamcılığı,
1960’ların ikinci yarısından itibaren NATO’yu ya araçsalcı bir söyleme
indirgemiş ya da anti-emperyalist bir söylem çerçevesi içerisinde NATO’ya karşı
cephe almıştır, fakat Nurcular gibi kimi önemli İslamcı hareketlerin NATO’ya
ideolojik bağlılığının sürmesinin yanı sıra Necmettin Erbakan’la özdeşleşen
“İslam NATO’su” mottosunda olduğu gibi bir model olarak NATO
içselleştirilmiştir. Bahsedilen ilk dönem olan 1950’ler ile 1960’ların ilk
yarısında Türkiye İslamcılığının NATO’ya yönelik tutumu, güncel popüler
tartışmalardan devşirilerek “NATOcu İslamcılık” olarak tanımlanabilir. NATO’yu
neredeyse hiç sorunsallaştırmayan bu İslamcı okumada üç temel temsil biçimi
bulmak mümkündür. İlki, dinî temsillerdir. Buna göre, NATO “dinlerin
dinsizlere/dinsizliğe karşı” bir ittifakıdır. Bu dönemde İslamcılar, bu dinler
ittifakını dinî bir terim olan ehl-i kitab kavramından hareketle yorumlayıp
NATO’ya dinî bir meşruiyet kazandırma gayreti içerisinde olmuşlardır. İkinci
olarak, NATO’da yer almak İslamcılar için bir “medeniyet göstergesi” olmuştur.
“Medeni milletler”, “hür dünya”, “demokrasi cephesi” gibi Batı’dan tercüme
edilen söylemler, İslamcı metinlerde NATO’nun popüler temsil biçimleri
olmuştur. Bu kapsamda, anti-komünizm de bir medeniyet standardı sayılmıştır. Bu
dönemde Türkiye İslamcılığının NATO temsillerinin son uğrağı ise devletçilik
olmuştur. 1940’larda yeniden doğuşundan itibaren yüksek dozajda milliyetçi
temayı bünyesinde barındıran İslamcılık, özellikle devletin dış politika
önceliklerini takip etmede özenli davranmıştır. Bu kapsamda İslamcılara göre
NATO’da yer almak, devletin Sovyetler Birliği’ne yönelik politikası ve
anti-komünist öncelikleri çerçevesinde hikmet-i hükümetin bir tezahürüdür.
Kısacası, özellikle 1960’ların ortalarına kadar Türkiye İslamcılığının NATO
söylemi, bu üç ana temanın etrafında dönmüştür. 1960’ların ortalarından
itibaren ise bu temsil biçimlerinin büyük oranda terk edildiği görülür. Bu
dönüşümün temelinde biri dış politikayla alakalı ve diğeri İslamcılığın
entelektüel gündemiyle ilgili olmak üzere iki önemli gelişme bulunmaktadır.
İlki, 1964’teki Johnson Mektubu’dur. Kıbrıs konusunda Türkiye’nin doğrudan
karşısında yer alan ABD politikası, İslamcılarda derin bir hayal kırıklığına
yol açmıştır. Johnson Mektubu’na kadar ABD’yi ve genel anlamda Batı ittifakını
olumlayan İslamcılar, yaşadıkları hayal kırıklığının ardından ABD’yi ve Batı
ittifakını sorgulamaya başlamışlardır. İkinci gelişme, Türkiye İslamcılığının
yoğunlaşan entelektüel alıntılarıdır. Bu alıntılarda en büyük paya sahip olan gelişme,
1960’larda bir dalga haline gelmeye başlayan tercüme faaliyetidir. Arap
dünyasından ve Hint alt-kıtasından getirilen ve yoğun bir çabayla Türkçeye
tercüme edilen İslamcı metinler, Türkiye İslamcılığını yeni bir ideolojik
formasyona tabi tutmuştur. Bu yeni ideolojik formasyonun bir yansıması olarak,
bir taraftan, milliyetçilikten ve devletçilikten uzaklaşma eğilimleri ortaya
çıkmıştır. Diğer taraftan, İslam’ı bütünlüklü bir siyasal proje olarak sunan ve
anti-kolonyal/post-kolonyal bir gündem içerisinde şekillenmiş olan bu yabancı
metinler, Türkiye İslamcılığının uluslararası siyaset kurgusunu da benzer
hatlar üzerinden şekillendirmiştir. Böylece bu metinler İslam’ın uluslararası
siyasetteki “üçüncü yol” olarak kurgulanmasında kurucu etki yapmıştır. Tercüme
faaliyetlerinin yanında Türkiye İslamcılığının NATO’ya ve uluslararası siyasete
dair söylemlerinin şekillenmesinde etkili olan bir başka alıntı kaynağı ise
hemen hemen aynı dönemde Türkiye’de yükselen sol hareket olmuştur. İlki gibi
doğrudan alıntılarla takibi mümkün olmasa da, solun anti-emperyalist söyleminin,
Türkiye İslamcılığı için bir beslenme kaynağı olarak kaldığı söylenebilir.
Netice itibariyle, bu dönüşümlerin ve etkilerin bir yansıması olarak 1960’ların
ortalarından Soğuk Savaş’ın sonuna kadar Türkiye İslamcılığının NATO’ya
yaklaşımına iki ana tema hakim olmuştur: araçsalcılık ve anti-emperyalizm.
NATO’da yer almak, bir taraftan, büyük oranda mecburi olduğu iddia edilen bir
araçsalcılıkla açıklanmıştır. Buna göre, Sovyetler Birliği’nin daim kıldığı
beka tehdidini savuşturmanın geçici bir yöntemi olarak sunulan NATO, geçmiş
dönemdeki ideolojik temsillerden arındırılmıştır. Diğer taraftan, NATO
anti-emperyalist bir söylem üzerinden reddedilmiş, içeriği tanımlanmasa da bir
sömürü projesi olarak görülmüştür. Bu noktada, bahsedilen gelişmeler ve
temsiller üzerinden gerçekleşen dönüşüm sürecinin, Türkiye İslamcılığının
NATO’yu algılayış biçiminde bazı devamlılıkları da içerdiği vurgulanmalıdır. Bu
devamlılığın en önemli örneği, özellikle Nurcuların NATO’ya yaklaşımında ehl-i
kitab söyleminin sürdürülmesidir. Her halükarda, İslam’ın “üçüncü yol” olarak
kurgulanmasının eriştiği yer, Milli Görüş Hareketi’nin sloganlaştırdığı ve
Türkiye İslamcılığı içerisinde genişçe yer bulduğunu söyleyebileceğimiz “İslam
NATO’su” söylemi olmuştur. Bu söylem, alternatif bir uluslararası siyaset
yaratma gayesiyle sunulan “İslam Birleşmiş Milletleri”, “İslam dinarı” ve
“İslam Ortak Pazarı” gibi önerilerin bir başka ayağıdır. Buna göre, “İslam
dünyası” Batı ya da Doğu blokları içerisinde yer alarak menfaatlerini takip
edemeyecektir, aksine bu blokların sömürüsüne maruz kalacaktır; dolayısıyla
“İslam dünyası” kendi alternatifini ortaya koymak zorundadır. Gelgelelim,
sunulan alternatiflerin Batı’daki modelleri içselleştirmesi gibi, NATO’ya
alternatif olarak sunulan öneri de NATO’yu tersinden içselleştirmiştir. Bir
başka ifadeyle, İslamcılık NATO’yu reddederken bile onu düşünsel anlamda aşmaya
çalışmamıştır, aksine tekrar/kopya etmeye çalışmıştır.